Daha önceki iki yazımızda ileride bu konuda söyleyeceklerim var demiştim. Hani “Gödek İnek” yazımızı bitirirken aslında konuya giremedik filan demiştik. Fazlı Hoca’yı anlattığımız yazının sonunda da “başka bir zaman bir diğer 33’lüden bahsedeceğim” demiştim.
Eşimin dedesi sağdır. Kendisi otuzüçlüdür. Yani Rumi takvime göre 1333, milâdî takvime göre 1917 doğumlu.
Otuz yaşından sonra kendi kendine çalışarak hem İslâm harfleriyle hem de Latin harfleriyle okuma-yazmayı öğrenmiş, bir sürü de kitap okumuştur. Şuuru gayet yerinde, her konuda konuşabileceğiniz bir ihtiyar delikanlı. Göbek falan yok. Tığ gibi. Sağlığı gayet iyi.
Sordum dinç kalabilmesinin sebebini; şöyle açıkladı: “ömrümce üzerime güneş doğmadı (yani daima güneş doğmadan önce uyanmış, sabah namazı vaktinde); bir de hergün öğle üzeri bir saat uykumu ihmal etmem.”
Bunlar doğru tabii de. Kendisinin söylemediği ve benim bildiğim bir şey daha var. Son derece az yiyor.
Her sene yaz aylarında giderim memleketime ve tabii onu da ziyaret ederim. Bir defasında evine vardığımda ‘nene’ yemek hazırlıyordu. Küçücük tavayı (biz de dığan derler) önüne koymuş, nefis bir sebze yemeği yapacak. Seyrettim. Gördüğüm şu:
Bütün malzeme yumurta büyüklüğünde iki domates, on santim kadar boyu olan bir yeşil biber, altı adet bamya, küçük boy bir soğandan ibaret. Doğramaya başladı. Sonra bıçağın ucu ile bamyalardan ikisini bir kenara itekledi. “yiyemeyiz oğlum, fazla gelir şimdi” dedi. Yapılan yemek hakikaten fazla gelmişti iki doksanlık ihtiyara.
Yanlış anlaşılmasın lütfen, burada fakirlik edebiyatı yapıyor değiliz. Yokluktan ya da cimrilikten bu kadar az yiyorlar demek istemiyorum. Alışkanlıkları bu ve çok rahatlar, huzurlular, sağlıklılar.
Dünyanın uzak bir ülkesinde, Arjantin’ de o günlerde “Sürdürülebilir Kalkınma” başlığı altında uluslar arası bir konferans devam ediyordu. Konu, yeryüzü kaynaklarını daha iktisatlı kullanmaya mecbur olduğumuz filan üzerineydi. Küresel ısınmadan, ozon tabakasının delindiğinden, sera etkisinden falan bahsediliyor; insanoğlu kendisine bir çeki-düzen vermezse yakın gelecekte bir felâketle karşılaşabileceği anlatılıyordu.
Anlattığım dede ile nenenin ise bu hususlarda hiç kusuru yoktu.
Mazlûma olur keyfer-i bed-hûyî-i zâlim Iklîm-i gamın başka bir hâlet var içinde Şeyh Gâlib
[Zâlimin kötü huylarının cezasını hiç kabahati olmadığı halde muzlûm çekiyor. Ne yaparsın dünyâ imtihân salonu. Herkesin hak ettiğini bulacağı zaman daha gelmedi.]
Mir’âtın i’tibârı belî sâdelikdendir – Hersekli Ârif Hikmet
MirӉt : Ayna
Belî : Evet, elbette
Olur reng-i taalluk rehzen-i dâr-ı bekâ Nâbî Anınçün sâdelikden gayrı reng olmaz kefenlerde
[Çeşitli ilintiler ve bağlantılar içinde olmak sonsuz yolculuğun için yol kesicidir. Baksana kefen tek renk.]
Gerçi ni’met çok kifâyetten tecâvüz kılma kim İmtilâ bâr-ı bedendir bî-huzûr eyler seni
[Nimet çok olsa da sen yeteri kadar ye. Mide ve bağırsakların yükü arttıkça sıhatin ve huzurun elden çıkar.]
Yüz gramı seni taşır, fazlasını sen taşırsın.
Av. Hayati İnanç