Önceki iki yazımızda elde ne kaldığını Şeyhülislâm Yahyâ ve Şeyh Gâlib’ den seçtiğimiz beytler ışığında anlamaya çalışmıştık. Bu defa son olarak Keçecizâde İzzet Molla’nın aynı redifli gazelinden seçtiğimiz üç beyte bakarak görmeye çalışalım; ne kalıyormuş elde:
Açılmazmış meğer gül-gonce-i kâmım bu gülşende Benim hasret-keş-i fasl-ı bahârân olduğum kaldı
Kâm : Mutluluk, arzunun ele geçmesi
-keş : Çeken (çilekeş=çil4e çeken; cefâkeş= cefa çeken; kemankeş= keman yani yay çeken, okçu; esrarkeş=esrar çeken)
Fasl : Mevsim, dönem
Bahârân: Baharlar
[Sonunda anladım ki, arzumun gül goncası açılmazmış; yani arzuma kavuşamazmışım. Fakat heyhât! Bahar mevsimlerinin gelmesini boşuna bekleyip heves beslediğimle kalakaldım.]
Ne hazîn tablo. Kışın zahmetini çekiyorsunuz, bahar gelince açar gülüm diyerek ve öğreniyorsunuz ki baht müsait değil.
Nâbî merhûm der ki:
Ne himmet kârgerdir ne taleb, ne hüsn-i isti’dâd Sezâ-yı vasl-ı yâr olmağa da âdemde baht ister
[Ne bütün gücüyle gayret etmek, ne istekli olmak ve ne de kâbiliyet; murâda kavuşmak için baht açık olacak baht!]
Yahut Ziya Paşa dilinden:
Bî-baht olanın bâğına bir katresi düşmez Bârân yerine dürr ü güher yağsa semâdan
[Gökten yağmur yerine inci-mercan yağsa bahtı kapalı olanın bahçesine damla nasip olmaz.]
Neyse, dönelim yine İzzet Molla’ya
Meğer Leylâ derûnum hânesinde eylemiş mesken Benim Mecnûn gibi sahrâda pûyân olduğum kaldı
Derûn : İç
Pûyân : Koşan, seğirten
[Zavallı Mecnûn gibi çöllerde ömrümce seğirttim. Fakat gördüm ki sonunda aradığım Leylâ kalbimde imiş.]
Tabiî bu beyte bakınca Keçecizâde’nin öyle kupkuru bir karamsarlık terennüm etmekte olmadığını ve yüksek tasavvufî ma’nâlar söylemekte olduğunu fark eder gibi oluyoruz.
Hani Niyazî Mısrî Hazretlerinin dediği gibi:
Derman arardım derdime Derdim bana derman imiş Burhan sorardım aslıma Aslım bana burhan imiş
Süpürdüm künc-i dilden gerçi genc-i mâl-i hulyâyı
Misâl-i kenz-i köhne cây-i mârân olduğum kaldı
Künc : Köşe
Genc : Hazîne
Mâl-i hulyâ : Boş arzular
Kenz : Hazîne
Cây : Yer, mekân
Mâr : Yılan Mârân: Yılanlar
[Gönül evimi sevgiliden gayrısının arzularından temizledim gerçi. Ancak sonunda eski bir hazînenin gömülü olduğu karanlık mağara gibi yılanlarla kalakaldım.]
Eski bir telakki ve şiirimizin esaslı metaforlarından biridir ki; hazine köhne mekânda ejderhalarla yan yana bulunur. Ejderha tılsımlıdır. Ancak nasîbi olanların ulaşabildiği, olmayanların ise yılanlara ve köhneliğe bakarak yaklaşmadığı yerdedir paha biçilmez hazine.
Hani;
Harâbât ehline hor bakma zâkir Defîneye mâlik nice viraneler var
[“Her gördüğünü Hızır bil, her geceyi Kadir” ihtarıdır bu ve kimseyi hor görmemeyi öğütler.]
Ya da;
Âb-ı hayât zulümâtta bulunur
[İçenin ölümsüzlüğe eriştiği bengisu, ayak değmemiş karanlık kuytularda bulunur]
Gibi yani…
Fakat şâirimiz beytinde, hazine ümidiyle yılanların bulunduğu mağaraya girdiğini, ancak eli boş kalakaldığını anlatmaktadır.
Mânen hiç olduğunun iadesi. Tevâzu’ ve mahviyetkârlık.
Unutulmamalıdır ki;
“Ol kimse ki kendini bî-hâsıl bile vâsıldır.”
“Kamış boşum dedi şekerlendi / Ağaç yükseldi, baltayı yedi”
Bana hiç nefs-i emmârem gibi sû’i karîn olmaz Bu düzd-i hanegînin kimse şerrinden emîn olmaz
Hâmî-i Âmidî (Diyarbakırlı Hâmî)
[Bana nefs-i emmârem kadar tehlikeli düşman yok. İçerdeki hırsız olduğundan kilit de kâr etmiyor.]