İnsanı insafsız bir cendere içinde ezip un ufak eden modern dünya, acımasızca canımıza okurken; klasik edebiyatımız pek çok bakımdan, günümüz insanı için imrendirici unsurlarla doludur. Klasik edebiyatımızın zenginliğine de ihtiyacımız o yüzden artmaktadır.
Özellikle hayâl ufkumuzun daralması, bizi mutsuz ve hayatımızı tatsız kılmaktadır.
Bağdatlı Rûhî’ nin;
Künc-i mihnette rakîbâ bizi tenhâ sanma Yâr ger sende yatursa elemi bende yatur
[Ey rakip! Evet sevgiliye kavuşan sen oldun; sende yatmaktadır o dildâr, hiç lâyık olmadığın hâlde ve ben çilelerle dolu köşemde yalnız bulunmaktayım. Ama sakın sevinme ve övünme; zira, yar sende ise de elemi aha şurada (sînemde) yatmaktadır. Yalnız değilim. Aşk esasen ızdırap çekmek olduğundan, asıl acınacak durumda olan da, yalnız olan da sensin.]
Yahut Râsih’in
Dilde gam var şimdilik lutf eyle gelme ey sürûr Olamaz bir hânede mihmân mihmân üstüne
[Gönülde gam bulunuyor ve onunla başım hoştur. Gam eski yârimdir ve vefâlıdır. Bir şikâyetim de yoktur. Ey mutluluk ve neş’e! Bu vaziyette sana yer yok evde. Sen şöyle bir uzak dur lütfen. Hem bilirsin ki misafir üstüne misafir pek iyi olmaz.]
Beytlerindeki hayâl zenginliği nerelerdedir, değil mi?
Örnek olsun diye iki beyt kaydettim ama bir çok başka beytler de sökün etti. Son bir örnekle Ramazan bahsine dönelim izninizle. Yukarıdaki Râsih’in beytinden dolayı aklıma gelenlerden:
Güç neşâtın kademin kalbe alıştırmaktır Yoksa gam her ne zaman istese hâzır bulunur – Nâbî
[Zor olan, huzur ve neş’enin ayağını kalbe alıştırmaktır. Yoksa gam için mesele mi var? O ne zaman istese gönülde baş köşeye kurulur ve hükmünü icra eder.]
Ramazan demiştik.
Zamanın işleyişi Ramazan ayına mahsus olmak üzere değişmektedir adeta. Yirmidört saatinin her anında farklı bir seyir izler, tadına doyum olmayan bir havası vardır ve geçmiş ömrümüzde kalan tatlı hatıralarımızın çoğu Ramazan ayı içindedir.
Her sene tekrar gelip, bizi yoklayan ve şefkatle saran merhametli bir anne gibidir.
Küçüktüm, çok küçüktüm; kapısı yer hizasında olan bir evde oturuyorduk. Dışarı çıkınca önümüzde görünen bahçenin bittiği yerdeki alçak tahta çitin üzerinden atlayıp küçücük camiye giderdi babam. Özellikle iftar vaktinde tatlı bir telâşla akşam namazına gidişi gözümün önündedir hep. Koşar adım geçerdi bahçeyi ve eve dönünce tarhana vakti gelmiş demekti.
Babam oruç tutuyor ya ve her akşam o bahçeden koşar gibi geçiyor ya… Çocuk muhayyilemde oruç herhalde babamın bahçede her akşam yakaladığı, şöyle tavşan büyüklüğünde sevimli bir şey olmalıydı. Babam oruç tutuyordu her gün. Büyüyünce ben de tutacaktım.
Orucun başka bir şey olduğunu öğrenmem biraz sonraya rastlar. Şimdi her oruçlu ikindi vaktinde gözümün önünden o manzara resm-i geçit yapar. Ne saltanatlı vakitlerdir ama değil mi? Mahrum olana ne kadar acınsa yeridir.
Bir de o bahçedeki hayvancığı tutmaya koşmadan önce pencereden sızan loş ışıkta babamın mahzun bir sesle Kur’ân-ı Kerîm okumasını hatırlarım.
Çocukların, sözlerinizi değil hareketlerinizi daha bir dikkatle izlediğini bilmem söylemeye gerek var mı?
Yirmidört yaşına geldiğimde küçük kasabamızda avukat büromu açmıştım. Bir Ramazan günü ziyaretime gelen baba dostumu memnuniyet ve sevinçle karşılamıştım. Öyle avukatlık işi olacak adamlardan değildi, hatır sormaya gelmişti. (Yalnız hatırınızı sormak için arayan dostlarınızın –çok olduklarını sanmıyorum- kıymetini bilin derim ben.)
“Nasılsın amca” dedim; “Ramazan nasıl geçiyor?” Dedi ki:
“İyi evlat. Çok şükür bu Ramazan’a da yetiştik. Baban da iyi bilir, köyümüzde, inşaatında sırtımızda taşını taşıdığımız bir cami var. Sonradan büyütüldü biraz. İnşaat bittiğinde çocuktuk. Teravih namazında gülüştüğümüz için bizi pek içeri almazdı müezzin ve pabuçlukta kılardık. Yaşımız büyüdükçe eşikten içeri girebilir olduk. Bıyıklarımız terledi, askerlik yaptık. Evlendik, çoluk çocuğa karıştık. Yıllar geçtikçe daha ileri saflara geçer olduk. Birkaç senedir teravih namazını en ön safta kılıyoruz. Geçen gün teravihte arada salavat okunduktan sonra tekrar namaza kalkınca, şöyle bir baktım; ön taraftaki pencereden, caminin avlusundaki mezarlığı gördüm. Eee bundan sonra varılacak yeri de görmüş oldum böylelikle. Pabuçlukta başlayan yolculuğun sonu görünüyor.”
Hayâlî Bey’in muhteşem bir beytinin yeri gelmedi mi yani?
Bana yer verdiler saff-ı niâlinde harâbâtın Başım eflâke erdi gün gibi âlî-cenâb oldum
Saff-ı niâl : En arka saf
Harâbât : Gönül erlerinin mekânı
Eflâk : Felekler. Gökler
Âlî-cenâb : Yücelikler sâhibi
[Aşıklar meclisinde en son safta yer bulabildim. Ama orada bulunmakla başım göklere değdi, güneş gibi feyz-feşân oldum. (Ön saftakinin yüceliğini var sen tasavvur et!)]
Çocuklarımıza, ileride birgün –Allah saklasın- yollarını şaşırırlarsa; onlara pusula gibi yardım edecek, andıkça gözlerinin nemleneceği tatlı hatıralar bırakalım. İnsandan geriye ne kalıyor ki zaten…
Av. Hayati İnanç