Kanûnî merhûm zamanının şâirlerinden olan Vardar – Yeniceli Hayâlî Bey muhteşem bir şairdir doğrusu. Muhtemelen lâtife olsun diye şair Zâtî için “şiiri görse yenecek bir şey zanneder” demiş ise de O’nun bir âbide değerindeki gazeline yaptığı tahmisten anlaşılıyor ki aslında Zâtî, Hayâlî Bey’in çok takdir ettiği bir ustadır. Zira şair tahmis yapmak için ancak beğendiği şairin manzumesini tercih eder.
Bu arada; tahmis beşleme demektir. Seçilen beytin veya beyitlerin üzerine aynı vezinde ve tabiî aynı ma’nâ ikliminde üç mısra ilâve etmek suretiyle yapılır. Güzellikte aşağıda kalmamalıdır elbette ve o yüzden hayli zor bir iş olduğu anlaşılıyor. İki ustanın san’atını birlikte yansıttığı için de pek bir lezzetlidir doğrusu.
Zâtî merhumdan ve Hayâlî Bey’den birer örnek beyt sunduktan sonra adı geçen tahmise geçelim izninizle.
Menzil-i tîr-i duâ-veş mâverâ-yı nüh siper
Kadrinin Arş-ı muallâdan muallâ pâyesi
Zâtî
Tîr : Ok
…veş : … gibi
Mâverâ : Öte
Nüh : Dokuz
Muallâ : Yüce
[Dua okunun menzili (ulaşacağı yer) dokuz kat göklerden daha ötedir ve duanın kıymeti yüce Arş’tan da yücedir.]
Dokuz kat gök ibaresi, Usûlî’yi hatırlattı bu arada. Onüç beyitli muhteşem gazelinin bir beytinde diyor ki:
Bu dokuz kubbe vü şeş sû içinde geldin ü gittin
Ne geldiğin kapı zâhir ne gittiğin memer peydâ
[Ey Âdemoğlu! Dokuz katlı gök kubbe altında ve altı cihet içinde (ön, arka, sağ, sol, yukarısı ve aşağısı) geldin ve gittin; ne geldiğin kapı, ne gittiğin yol belli.]
Mehabbet mihri tâbından vücûdün mahv kılmış yok
Ararsan gülşen-i dehri benimle jâleden gayrı
Hayâlî Bey
Bazı beytler vardır. Ağlatır. Bu onlardan benim için. Buracıkta şöyle bir açıklama yapmamı mazur görürseniz eğer; böylesine hislenmemin üç sebebi olduğunu söylemek istiyorum. Biri vezni fark etmek. Bu beyt en çok etkilendiğim vezinlerden ‘dört MEFÂÎLÜN’ üzere tertip edilmiş. İkinci bir sebep ma’nâ üzerinde biraz meşgul olmam. Üçüncüsü de sevgiye dair bir esintiye marûz kalmak diyeyim.
Vezinle ilgili kaydettiğim husus, pek de tarzım değil. Çünkü şiirin tekniğine dair konuşmak, yazmak bana hep; işkembe çorbasının yapılışını seyretmek gibi gelir. Sonuç malûm; içmesini sevseniz bile yapılırken seyrederseniz iştahınız kaçar. Yani ben işin tadı ile ilgiliyim, nasıl yapıldığı ile değil. ama merak eden olursa şunu da kaydedeyim de vicdanım rahatlasın:
Aruz veznini öğrenmek çok zor gibi gelir çoğumuza. Sebebi de gayet açık. Mektepli yıllarımızda çok az istisna dışında, konuyu sevmeyen ve / veya bilmeyen öğretmenler elinde metazori öğrenmek zorunda bırakılmamız. Oysa, aruzu öğrenmek dediğiniz şey yıllara veya aylara değil, birkaç saate sığabilecek kadar kolay bir iştir. (Bakınız; Mehmet Nuri Parmaksız)
İkinci söylediğim husus, kelimelerin rehberliği, o kadar. Kelimelere iyi davranırsanız, onların size vereceği çok şey var.
Müsaadenizle üçüncüsü hakkında ne diyebilir insan?
Bir gün olursan iki gözüm sen de aşka yâr
Bu mâcerâyı ben o zaman söylerim sana
Ş. Gâlib
Neyse;
Beytimize dönelim:
[Aşk güneşinin parlaklığı karşısında varlığından sıyrılmak esastır (fani olmak). Sevgi aşırı olunca, seven yok olur, yalnız sevilen kalır. Bu hususta, zaman bahçesine bakınca göreceksiniz ki, bir ben varım bir de jâle…]
Peki nedir jâle? Çiy damlası. Yani ne denilmek istenmiştir. Galiba şu: güneş karşısında çiy damlasının buharlaşıp yok olması gibi, ben de varlığımdan sıyrıldım. Pes doğrusu!
Tabiî aşk ile yok olmak zımnîdir, mecâzîdir. Yok olan beden değil, irade. Sevgilinin (Allah) emir ve iradesine râm olmaktan başka arzu ve istek kalmaması kast edilen.
Başa dönelim ve tahmisten bir kıt’aya bakalım (hepsi beş kıt’a)
Gül güler gülşende sana ağlamak olmuş nasîb
Yoksa goncana rakîb-i hâr mı oldu karîb
Derde mi düştün ki dermân edemez ona tabîb
Ağlayıp feryâd edersin her nefes ey andelîb
Hâr ile hem-sâye olmuş verd-i handânın mı var
Yukarıda belirttiğimiz gibi ilk üç mısra Hayâlî Bey’in, son ikisi de Zâtî’nin.
Hâr : Diken
Karîb : Yakın
Andelîb : Bülbül
Hem-sâye : (Sâye, gölge demek.) Garip olacak ama hem-sâye, gölgedaş gibi bir şey demek.
Nasıl ki, hem-şehri aynı şehirden olanlar demek; hem-sâye de gölgenin aynı olması, üst üste gelmesi, gölgenin gölge üzerine düşmesi. Gül ile dikenin pozisyonlarını hatırlayalım. İkisinin gölgesi, üst üste olduklarından birbiri üzerine düşer ve ayırt edilemez. Zavallı bülbül can düşmanı, rakibi olan dikenin sevgilkisine böylesine yakın olmasının kahrı içindedir.
Verd : Gül
Handân : Gülen
[Ey bülbül! Gül hep gülüyor ve sen hep ağlıyorsun. Yoksa goncana rakibin olan diken pek mi yakın? (şiirin tamamında olduğu üzere tecâhül-i ârifâne (=bilip bilmezden gelme vaziyeti) soruyor.) Hekimlerin çare bulamayacağı bir derde mi düştün yoksa? Hep ağlayıp inliyorsun, rakibin, sevgilinin tam dibinde mi; öylesine mi çaresizsin?]
[Sevgili Allah’dır ve en azılı düşman (rakîb) önce nefsimiz sonra şeytan; nefis amansız ve ahmaktır, şeytan da hiç dinlenmez.]
Bahs-i diğer : Düşmanını tanımamak en büyük bedbahtlıktır.