Hayâlî Bey der ki:
Kim mi yek-dil olmayıp verir ikilikden nişân Serzenişler kendi destinden görür hâven gibi
Yek : Bir
Dil : Gönül
Yek-dil : Gönlünde bir şey bulundurmak
Serzeniş : Sitem, darbe, şikâyet
Dest : El
Hâven : Havan
Havan’ı bilirsiniz sevgili okuyucularım değil mi? Hani içinde karabiber gibi sert şeylerin ezildiği bir kap. Hani şöyle su bardağından büyükçe bir şey. Eskiden özellikle sarı’dan (bronz, tunç) yapılırdı. İçinde yine aynı maddeden mamul bir tokmak bulunur; havan’ın el’i derler ona. Tokmakla havanın içine koyduğunuz karanfil, karabiber ve sair sert tohumları ezersiniz. Son zamanlarda artık plastikten bile yapılır olanları var.
İşte havan böyle bir şey. Evinizde ihtiyaç olmuyorsa bile -hani artık herşeyin ezilmişini marketten paket halinde almaya başladık ya- nostalji olsun diye bir tane edinmenizi tavsiye ederim ben
Yeri gelmişken başka bir iki tavsiyemi de sıralayayım. Bu sayfayı okumak lutfunda bulunanlardan beklerim ki evlerinde en azından bir saksı fesleğen bulundursunlar. Kuş veya kedi, hiç olmazsa balık cinsinden bir canlı hayvan da bulunmalı bana sorarsanız. Neden derseniz, sebebi yok canım; işte öyle…
Sebebi yok ama, edindiğinizde göreceksiniz ki onlar gerçekten iyi arkadaş oluyor insana. Dedikodu, hayınlık, vefasızlık nedir bilmezler. Hüznünüzü de neş’enizi de hemen anlar ve paylaşırlar.
Neyse sözümüze dönelim biz. Adı geçen havan’dan ibretle bize diyor ki Hayâlî Bey:
[Her kim ki, gönlünde iki arzu bulundurur. Yani hem o hem bu der; hem dünya hem ahiret der meselâ; o da olsun bu da der; işte o mahvolmuştur. Havan gibi kendi elinden darbeler yer sünekli.]
Şimdi düşünelim. İnsan kendi eliyle kendini nasıl döver. Elini yumruk yapıp ya başına vurur, ya göğsünü yumruklar, değil mi? Her ikisi de neyi ifade eder? Derin pişmanlık, kendini suçlama… “Aaah! Ne yaptım ben” gibi.
Yek-dil olmaya dair Farisî bir beyt:
Her ki yek câ heme câ Her ki heme câ hîç câ
(Yani, bir yerde olan her yere kavuşur; her yerde olan bir yer bulamaz.)
Düşünsenize iki ayrı doktordan reçete alıp uygulamaya çalışan zavallı hastanın halini. Hem çekmediği kalmaz, hem de başına bir iş geldiğinde her iki doktor da sahip çıkmaz, “tavsiyelerime uymadı ki” der.
Behlül Dânâ Hazretlerinden nasihat istemişler. Yerdeki bir kütüğün bir tarafına geçmiş, kaldırmış. Öbür tarafına geçmiş tekrar kaldırmış; ortasından kaldırmayı denemiş ve kaldıramamış. “Bu kadar” demiş. “Anlamadık” demişler. Açıklamış:
-Kütüğün bir tarafı dünya idi öbür tarafı âhiret. İkisini bir kazanayım diyen ikisini de kaybeder.
(Şöyle bir fark var yalnız; gözden kaçmamalı: Âhıreti talep edenin dünyaya zahmet etmesine gerek kalmaz. Çünkü dünya ona hizmetçi olur.
Veysel Karânî Hazretlerinden nasîhat istemişler. Demiş ki: “Allah’ ı bilir misin?”. “Elbette bilirim” demiş soran kimse. “Öyleyse başkasını bilmesen de olur” demiş.
Bir nasihat daha etseniz demişler. “Allah seni bilir mi?” demiş Hazret. “Elbette bilir, O gizli açık herşeyi bilendir.”Öyleyse başkası seni bilmese de olur” deyip tamamlamış sözünü.
Dünya ile ahiret birbirinin zıddı. Doğu ile Batı gibi. Birine yaklaşmak ötekinden uzaklaşmak demek. İkisine de yaklaşma gayretinde olan paranoyak (işi bilmiyorum, belki şizofreni demem lâzımdı) olmaz da ne olur? Göğsünü veya başını yumruklamaz mı?
Ahmet Paşa ise bakın ne diyor:
Âşık-ı sâdıkda dil birdir olur mu yâr iki Hangi taht üstünde mümkündür hünkâr iki
[Sâdık olan âşıkta gönül birdir, yar nasıl iki olur? Bir tahtta iki padişah gördün mü hiç?]
Mizâhi görünümlü bir halk türküsünün sözlerine bakın:
On kere demedim mi sevme dokuz yâr Sekizde vefâ yedide sefâ olmaya zinhâr Altı ile beş, dört ile hiç başa çıkılmaz Üçün ikisini terk edegör tâ kala bir yâr
Doğu ile Batı dedim de yukarıda aklıma geldi. Sakallı Celâl’in şu sözü:
Toplumumuzu kastederek diyor ki: “Doğuya giden gemide Batıya koşan tayfalarız.” Teşhise bak! Bu ülkenin aydınları için “körler ülkesinin şaşıları” diyen de oydu.
Yek-dil olmak, gönlünde bir maksat bulundurup pusulayı sabit tutmak bana hep şu misali hatırlatır:
En sıcak günde temmuz güneşi altına burakacağınız bir kâğıt parçası gün boyu orada öylece kalsa, en fazla biraz sasarır, o kadar. Halbuki bir mercekle avuç içi kadar sahaya düşen güneş ışınlarını toplayıp kâğıt üzerinde bir noktaya tevcih etseniz, bir-iki saniye içinde kâğıt alev alev yanmaya başlar.
Yaptığınız nedir. Güneşin hararetini artırmadınız ya. Şu; odakladınız. Bir noktada topladınız enerjiyi. Ve sonuç…
Yek-dil olmaya güzel bir misâl olmadı belki ama; gönlün veya beynin gücünü toplamak (himmet ve dikkat) zımnında bir misâl olarak hatırda kalsa fenâ mı olur?
Sadedin biraz dışına çıkmak bahâsına anmadan geçemeyeceğim iki beyt daha var Hayâlî Bey’den. En başta zikrettiğimiz beytin devamı da o bakımdan:
İstemezsen âteş-i fitneyle sûz-i âlemi Çakma halkı birbirine seng ile âhen gibi
[Fitne ateşi ile dünyanın senin yüzünden yanmasını istemezsen -ki istemezsin sanıyorum; helâl süt emmişsin sen- taş ile demir gibi insanları birbirine çakma. (çünkü bu kıvılcımı, o da yangını çıkarır) İnsanları birbirine düşürme; ayırma, birleştir.]
Buradan da bir çıkıntı yapmama müsâade edin lütfen. Konuyla ilgili Sâbit (vefat 1712) merhûmdan bir beyit:
Meydâne geldi na’ş-ı rakîb-i nemîme-sâz Kıldım huzûr-ı kalb ile ömrümde bir namâz
[Fitneci, dedikoducu, alçak rakibin cenaze namazına davet edildim. Allah’a şükür ömrümde kalp huzuru ile bir namaz kıldım.]
Ey Hayâlî mürg-i dil bir evce pervâz etti kim Çarhde seyr etti nücûmu dâne-i erzen gibi
[Gönül kuşu öyle bir yüksekliğe erişti ki; insanların başlarını kaldırarak seyredebildikleri yıldızları ben darı tanelerini seyreder gibi aşağı bakarak gördüm.]
Artık nereden baktıysa!…
Av. Hayati İnanç