Bir Gece Vakti

Cep telefonunun sesi ile uyanınca saate baktım, 3 ü 13 geçiyordu. Mayıs’ ın 30 u; yani sabaha artık çok az zaman var; henüz yatalı yarım saat olmamıştı.

Önce inanamadım; arayan Mehmet Aycı idi. Kendisini tanıyor olmanızı cidden isterdim. Birçoğunuz da -eğer şiirle ilgileniyorsanız- tanıyor olabilirsiniz; hani şöyle ciddi, esaslı, adam gibi şiirle.

Kendisinden birkaç seçme mısra sunayım izninizle de, neden bahsettiğimiz âşikâr olsun:

ÖZÜR
Sarı gülüm zaman bitti yön bitti Yarın gitti, bugün geldim, bağışla Yazamadım parmağımdan can gitti Kırk yerimden yara aldım bağışla

Arı balda, koku gülde, ben sende Soldurmadım aşk rengini desen de Beklesen de farksız, beklemesen de At çatlattım, yolda kaldım bağışla

Akşam sularında ışık aradım Ya hep, ya hiç dedim; üç şık aradım Yaslı yüreğime aşık aradım Bir ömürden sonra buldum bağışla

Sarı gülüm, yarin olsam ne dersin Sevdalın, arın olsam ne dersin Tarlan, yerin olsam ne dersin Olamadım, yerin oldum bağışla

İşte bu mısraların sahibi aziz dost, Mehmet Aycı.

Hatıra binaen bir şiire güzel demeyeceğimi, en iyi bilenlerdendir kendisi. Bir keresinde klasik şiirimizin divan keyfinde sermest iken, boş bulunup, -elbette- haddimi de aşarak “şair dediğin, hiç değilse öleli bir asır olmalı” gibi bir söz sarfetmiştim yanında da, nasıl mahcup oldum bilemezsiniz. O kanaatimi çok az istisnalar hariç tutulursa yine muhafaza etmekteyim ama, o nadide istisnalardan biri hiç şüphesiz kendisidir.

Henüz kırka varmayan yaşına rağmen mürettep divan yazan, üstelik bunu Farsça bir kez daha yapan bir nadidedir dostum. Bu arada mürettep divanın ne demek olduğunu da, yine kendisinden edindiğim bilgiye istinaden, söylememe müsaade ederseniz; yaklaşık olarak şu demek; alfabenin (elifbânın) sırasıyla her harfi ile biten, her bir harf için –en az bir- yazılmış şiirlerin mecmuuna veriliyor bu isim. Tarifte yer vermeme bakmayın, bir harf üzere onlarca, hatta bazen daha fazla şiirin yer aldığı mürettep divanlar o kadar çoktur ki…

İşte bu can dost, gecenin bilmemkaçında arıyor telefonla. Peki niçin? İşte burası mühim; aynı gün öğle sularında aramıştım kendisini ve yıllar öncesinden hatırımda kalmış bir mısra’ın sahibini, varsa şiirin tamamını filan sormuştum da “bakacağım” demişti. Bakacağından, bana bilgi vereceğinden şüphem yoktu da, o saatte arayarak beni çocuklar gibi sevindireceğini beklemiyordum doğrusu. Sorduğum mısra şu:

“Muhabbet bir belâ şeydir giriftâr olmayan bilmez”

Kan uykulardan uyandırılmak, neden öfke yerine sevinç bıraktı derseniz, şundan:

“Neden büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak…”

diyor İsmet Özel bir şiirinde. Sırf kar yağdığı için “uyan kar yağıyor! diye arayabileceğiniz dostunuz yoksa kendinize hayıflanma vakti gelmiştir” diyordu A. Turan Alkan da, bu mısralara yaptığı –kendi tabiriyle- haylaz şerhin bir yerinde.

İşte buna sevindim; bir dost, hem de çok değerli bir dost, bir mısra için beni arıyor sabaha karşı ve “Abi, sahibi şu, kaynak kitap bu, kitabın bininci sayfasında…” filan diyor.

Siz olsanız sevinmez misiniz? İnsanların kimsesizlik kahrı ile intihara tevessül ettiği bir çağda, milenyum çağında, böyle bir dost, başınız dara düşse neler yapmaz sizin için? Kendimi çok zengin hissettim; ona da söyledim; “Abi o sizin zenginliğiniz” şeklinde kendisine yakışan bir cevapla tam manasıyla dilşâd etti beni.

Hiçbir anlamlı bağlantısı yok biliyorum ama, yarım saatlik uykudan uyanınca, dilime dolanan Şeyh Galib’in muhteşem mısralarını sizden gizlemeyeceğim:

Âfitâb-ı aşkı mestûr olmasın bir kimsenin Sâat-i Nevrûzu deycûr olmasın bir kimsenin Çarha feryâdı tanîn-endâz olursa gam değil Bâis-i feryâdı meşhûr olmasın bir kimsenin

Bir imkân olursa yine Gâlib’in aynı redifli sekiz beyitli muhteşem gazelini de konu etmek isterim ama; şu kıt’adan ne anladığıma gelince; Gâlibâ diyor ki Türk şiirinin yüz akı, 1799 da ahirete giden, Sultan Üçüncü Selim’ in can dostu ve divanını
-lütfen dikkat buyrun- 24 yaşında iken tamamlamış olan büyük usta (x);

Bir kişinin aşk güneşinden yoksunluğu ne büyük mahrumiyettir… (Hatırlayalım; “Allah göz pınarları kurumuş merhamet fukarası etmesin” diyen gönül sultanını) ve baharının karanlığa gömülmesi ne felâkettir; aşığın feryadı gökleri sarsa gam değil ama, yeter ki niçin ağladığı (yani ağlamasına sebep olan ve gizli kalması gereken sevgili, mâşuk) dile düşmesin.

Evet aşkın alenî, maşûkun ise gizli olması gerekirmiş. Bu meyanda diyor ki Muallim Nâcî:

Aşka şöhret hüsne mestûrî olur revnâk-fezâ Sen ol ey mihrim hüveydâ sen kal ey mâhım nihân

(Tamamı beş beyt olan esaslı bir gazeldir bu. Onu da bir fırsatta bahse konu ederiz inşallah. Bu arada ‘ilerde ele alırız’ tarzında iki ayrı söz vermiş olduk. Bundan sonra yazılarımı yazarken önce bu yazıya bakıp hatırlayacağım)

Nükte: Son devrin irfan sahiplerinden İbnül-Emin Mahmut Kemal İnal’ ın bir nüktesini de her nedense hatırladım, dercetmeden geçemiyorum. Yanında birini çokça överlerse dermiş ki merhum; “öyledir, pek muhterem bir kimsedir, bize de fevkalâde hürmeti vardır.”

(x) Divanını tamamladıktan sonra, 26 yaşında iken, büyük hikmet şairi Nabi merhuma nazire olarak yazdığı Hüsn ü Aşk –ki 2101 beyittir- emsalsizdir Galib’in. Bir şiiri var ki, müsemmen gazel tabir ediliyor. Her biri altından-üstünden bağımsız olarak anlam yüklü 48 mısradan kurulu tek bir şiirini (düşünmek ister miydiniz; atasözü gibi hüküm cümlelerini 48 defa ve üst üste nazm etmek nasıl bir şeydir? 24 yaşından önce bir insan bunu nasıl yapar? Henüz iki asır geçmeden artık bize Çin masallarından daha yabancı gelen nasıl bir zenginliktir bu? Neler olmaktadır?) hakkıyla mütalaa etmek imkanını bulsak, insanımızın dünyaya bakışı değişir; komplekslerden arınır; öz kültürünün zenginliği karşısında sermest ve bahtiyar olur; hayata bakışı, hattâ yürüyüşü bile değişir. Öyle inanıyorum.

Yani inancım o ki, söz hayâtîdir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir