Biz râh-ı emelde cüst ü cû etmemişiz Bir kimseye sarf-ı âb-ı rû etmemişiz Bir dergâha kendi dergâhından gayrı Allah bilir ki ser-fürû etmemişiz
Yukarıdaki mısralar, 1712 yılında ebedi aleme uğurladığımız, Türk şiirinin hiç şüphesiz en büyük pîrlerinden hikmet şairi Urfalı Yusuf Nâbî’ ye ait.
O Nâbi’ dir ki, vefatı üzerine, devrinde cari olan adet üzere, bir şair şöylece tarih düşürmüştü:
Züleyhâ-yı cihândan çekti dâmen Yusüf-i Nâbî
(Hazret-i Yusuf Peygamberin, Züleyha’ dan eteğini çekip uzaklaşmasını hatırlatarak, “cihan adlı Züleyha’ dan eteğini çekip ahirete gitti” demek olur. Mısrada yer alan harflerin rakamsal değerleri toplamı Nabi’ nin ölüm yılını vermektedir. Hem matematik, hem edebiyat; gel de deme asrımızda heyhât!)
Asıl şaşılacak olan şu ki; bizzat Nabi bir Farsça beytinde ‘Nâbî be huzûr âmed’ demektedir ki; vefat kastedilerek ‘Nâbî huzûra geldi’ demek olduğu gibi, ebced hesabı ile yine aynı tarihi vermektedir.
Ve min-el garâib!
Efendim; Nâbî yukarıya aldığım kıt’ada demektedir ki:
“Bir maksada erişmek için eğilip bükülmedik Allah’a şükür; böyle bir maksatla bir kimseye gidip yüzsuyu dökmüşlüğümüz de, Allah’ dan başkasının huzurunda eğilmişliğimiz de yoktur!”
Klasik edebiyatımızda sayısız örneği bulunan muhteşem bir istiğnâ beyti. İstiğna, yani, ihtiyacını kimseye arz etmeme, ona buna eğilmeme durumu; asla kibir değil ama, haysiyeti koruma, vakar, kula kulluk etmeme hâli. Hani diğer büyük üstad Bâkî’ nin dediği gibi:
Başeğmeziz edânîye dünyâ-yı dûn için Allah’adır tevekkülümüz, i’timâdımız
Baş eğmek manasına gelen serfürû kelimesinin geçtiği yerde, aşağıdaki muhteşem beyti hatırlamamak cidden haksızlık olur:
Ser-fürû kıl zât-ı Hak fikrinde kim gavvâsı gör Olmayınca ser-nigûn deryâya olmaz âşinâ – Hayâlî Bey
[Zât-ı Hak bahsinde edeble başını eğ. Dalgıçtan ibret al; zira o, baş aşağı olmadıkça denizi tanıma imkanı bulamıyor, inci-mercan toplayamıyor]
Zât-ı ilâhîden nasîbin ancak anlayamamak, anlayamayacağını anlamaktır; aşağı yukarı şairin dediği gibi
“İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez Zîrâ bu terâzû o kadar sıkleti çekmez – Ziya Paşa”.
Etrafı böylesine derin bir tefekkürle izlemenin bu örneği karşısında bilmem ne demeli, sevgili okuyucularım.
Yahya Kemal Beyatlı’ nın ‘İstanbul’u Fetheden Yeniçeriye Gazel’ i de; baş eğmekten değil ama, gerektiğinde eğdirmekten bahseder:
Vur pençe-i Alî’deki şemşîr aşkına Gülbangi âsumânı tutan pîr aşkına
Düşsün çelengi Rûm’un, eğilsün ser-î Firenk Vur Türk’ü gönderen yed-i takdîr aşkına
Ariyetdür saltanat, servet, beden cümle fenâ, Şimdiden geldi Hüdâ bilir, bu devletten gınâ.
(Bahtî) Sultan 1. Ahmed
[Sultanlık da, zenginlik de ve hatta bedenimiz ve canımız da emanettir. Başkalarının imrenerek baktıkları devlet sahibi olma hali daha şimdiden bize bıkkınlık verdi.]
(14 yaşında tahta geçip 14 yıl tahtta bulunduktan sonra 28 yaşında dünyadan ayrılan ve bu kısacık ömrüne çok mühim seferler ve meselâ altı minareli Sultan Ahmed Camii gibib bir eseri sığdıran Birinci Ahmed’i rahmetle yâd etmeli.)
Sultan Ahmet gördüğü bir rüyayı, devrin ulemasına anlatır. Aralarında Aziz Mahmut Hüdayi gibi gönül sultanlarının da bulunduğu heyet, rüyanın bariz bir şekilde Kadem-i Şerif’in tekrar Sultan Kayıtbay Türbesi’ne iade edilmesine işaret ettiğini söyleyince Sultan Ahmet Han, mahzun ve mükedder Kademi şerifi gönderir ve kendini teselli için Kadem-i Şerif şeklinde bir sorguç yaptırarak önemli günlerde kavuğuna takar. Ayrıca bir tahta üzerine nakşedilen Kadem-i Şerif’in kenarlarına şu dörtlüğü kendi elleriyle yazarak Hocası Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerine gönderir:
N’ola tâcım gibi başımda götürsem dâim Kadem-i pâkini ol hazret-i şâh-ı rusülün Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir Bahtiyâ durma yüzün sür kademine o gülün
[Peygamberler Şâhı Efendimizin (aleyhimüsselâm) kadem-i şerifini başım üzre taşısam sezâdır. Nübüvvet bahçesinin şah gülü o kadem sahibidir. Ey Ahmed! O’ nun ayağına yüz sür ki şeref bulasın.]