Bizim oralarda adına darı ekmeği (mahalli söyleyişle ‘darekmee’) diye bir şey var. Bizler mısır’a darı deriz. Yani başka türlü söylemek gerekirse mısır ekmeğidir bu; fakat meselâ Karadeniz havalisinde bulunan mısır ekmeği ile hiç mi hiç benzeşmez. Zaten bizde mısır (darı) iki türlüdür. Biri sarı renkli, uzun, hani közlenmişini ya da haşlanmışını büyük şehirlerin parklarında sıkça gördüğümüz tip. Bundan bizde de bulunur az miktarda ama, ekmeğinden bahsettiğim mısır (darı) daha koyu sarı renkte, daha küçük ve şekilsiz bir şeydir. Hasat zamanında, biçilip bir araya getirildikten sonra soyulması başlı başına bir merasim ve eğlence vesilesidir. Yarışmacılar ellerine aldıkları ağaçtan mamul, yaklaşık 20 santim uzunluğundaki bıçağı andırır bir aletle, hızlı soyma yarışına girerler. Hızı artıracak çok mühim bir faktör vardır. Bazı darılar simsiyah, bazıları Kızılderili çehresini andırır desenli olup; siyahlara –yanlış hatırlamıyorsam- 10, öbürlerine 20 ve 50 gibi puanlar verilir. Bir kozalak üzerinde (kozalağa da ‘kemsek’ derler bizim oralarda) tek bir tane bulunması halinde seansı kazanmış olursunuz. Daha çok puan kazanmak için hızlı soymak gerekir. Puanlı darıyı bulanların çığlıkları arasında öyle bir eğlencedir ki, sormayın gitsin. Sabahlara kadar sürdüğü olur.
Anadolu’daki ‘imece’ kültürünü de hatırlatıyor tabiatıyla. Dayanışmayı, birbirini hilâfsız sevmeyi, burnumuzun direğini sızlatarak hatırlatıyor.
Unutmadan bu darı soyma gecelerinde yapılan ve yarışmacılara ikram edilen hafif bir tatlı vardır ki, anmamak büyük vefasızlık olur. Adı, kedibatmaz. Ona pelte diyenler de bulunur. Nişastadan imal edilir. Saydam, gri arası bir rengi vardır.
Gören bilir; üzerinde bir kedi yürüse farz-ı muhâl, batmaz gerçekten; öyle kıvamlıdır.
Tabii maksat size bizim memleketin darısını ve peltesini anlatmak değil. bilvesile iki çift lafımız var.
Adı geçen darının unundan yapılan ekmektir darı ekmeği (darekmee). En güzeli, açıkta yakılmış ocak üzerinde saçta pişirilenidir. Özellikle et yemeği (et yemeği dedimse, ancak Toros dağları yöresinde görebileceğiniz ve kemikli parça etler ve nohutla yapılan bir yemektir ki, emsali yoktur canım) yanında darı ekmeği olmazsa öksüz kalır; çaysız simit gibi bir şey yani.
Şekil itibariyle elips (söbü) olur darı ekmeği. Bir santim gibi de kalınlığı olur. Saçtan inince üstüne tereyağı (sadeyağ) sürülse… Aman yâ Rabbî…
Benim çocukluğumda o gün pişmiş darı ekmeği bulunmayan iftar sofrası hemen hiç olmazdı. Her çocuk gibi ben de anasının yemeklerindeki lezzeti bir daha hiç bulamayan ve ona biraz benzeyenlerle idare eden biriyim. İşbu yazıda andığım yiyecekler yanında, lüks otellerin mönülerinde yer alan nevale, kifâf-ı nefs etmekten öte bir anlam taşımaz. Kaldı ki, henüz leğen böreği (ileen böree) , katmer gibi şeylere daha gelmedik.
Neyse, bahsimizin mevzuu darı ekmeği idi.
Bu ekmek saçtan inince göz alıcı bir kızarmışlık ile dikkat çeker. Bazı kadınların yaptığı ekmek ise pek o kadar kızarmış görünmez. Çiğ mi kaldı acaba? Diye düşünürsünüz, fakat yerken anlarsınız ki, göründüğünün aksine özüne kadar pişmiştir. İşi iyi bilenler daha yemeden anlarlar ya.
İşte bu noktada anamdan aldığım ilk ve en büyük hayat derslerinden birinin yeri geldi. Anam ekmek ederken yanında bulunur ve başından sonuna hadiseyi izlerdim. Muhatabını kesinlikle bıktıracak kadar sorular sormak da adetimdi (-ki hâlen öyledir); anam da beni aydınlatırdı bıkmadan, usanmadan. İşte aldığım iki ders:
Ekmek teknede pişer
Kocasından korkan yüzünü, Allah’ dan korkan astarını pişirir.
Birinci sözün anlamı şöyle bir şey: “altyapı iyi hazırlanmalı, temel sağlam olmazsa sonraki maharet pek işe yaramaz.”
İkincisi ise çok daha önemli:
Ekmeği pişirirken, göze hitap edip özü ihmâl etmek; insanı (ekmek pişiren kadının kocasını meselâ) kandırabilir ama samimiyetsizlik ve ihlas yoksunluğu teşkil eder. İlk bakanın gözünü boyamasa da ve biraz daha zahmetli olsa da, iyice pişirmeli; yaptığın işte Allah rızasını gözetmeli ve hile etmemelisin.
Fıtnat Hanım’ın harika beytinin yeridir:
Tevekkül bâd-bânın kıl küşâde fülk-i ihlâsa
Eser bahr-i emelde bir muvâfık rûz-gâr elbet
Tevekkül : Vekil etme. Allah’a güvenmek.
Bâd : Rüzgâr
Bâd-bân: Yelken
Küşâde : Açık Küşâde etmek: Açmak
Fülk : Tekne (deniz aracı)
İhlâs : Hâlis kılma, katışıksız etme, (gösterişsiz, yalnız Allah için yapma)
Bahr: Deniz
Muvâfık : Uygun
Rûz-gâr : Hem rüzgâr, hem zaman demektir.
[İhlas teknesine bin, tevekkül yelkenini aç ve emel denizine açıl. Arzuya uygun rüzgâr bugün olmazsa, yarın eser; ama sen dikkat et; teknede delik, yelkende yırtık olmasın!]
Adını anmışken Fıtnat Hanım’dan bir başka harika beyt:
Tabî’at rûşen olmaz olmayınca dîde-i hak-bîn
Alır mı beyt-i bî-revzen ziyâ hurşîd-i enverden
[Hakikati gören göz olmadan (kalp gözü demek istiyor) insan karanlıktan kurtulamaz; nasıl ki, penceresiz eve temmuz güneşi bile girmez…]
Anamdan aldığım bir ders de şu idi:
Talebeliğin sıkıntılarından şekvâ edecek olsam derdi ki; “Oğlum! Rezil olmadan vezir olunmaz!”
Bakın ne diyor hikmet vadisinin eşsiz şâiri Nâbî:
Zillet erbâbı olur nezd-i ilâhîde azîz
Halk câmi’de el üzre götürür pâ-bûsun
[Allah için tevazu edeni Allah yüceltir. Akşama kadar ayak altında ezilen pabuç, camide el üstünde taşınmıyor mu?]