Sultan Fâtih (Sadelik)

İstanbul’u fethettiği zaman Sultan İkinci Mehmet henüz 21 yaşındaydı bilindiği gibi. Batılı ressamların fetih anını tasvir ettikleri resimlerde ise 40 yaşın üzerinde görünmektedir ve bu husus ayrıca dikkate değer. Yani bugün maalesef müptelâ  olduğumuz aşağılık kompleksinin, çok daha öncelerden beri Batılı dostlarımızın fârik vasfı olduğunu hatırlatmaktadır.

Doksan küsur yıllık ömrünü 1996 yılında tamamlayıp giden İngiliz müsteşrik Arnold Toynbee’nin, İstanbul’da üç kütüphanede (Bayezid, Süleymaniye ve Nuruosmaniye) toplam 51 yıl mesai harcadığı ve “son bin yılda Rumcayı en iyi bilen ve konuşan insan –Rumlar dahil olmak üzere- Sultan Fatih’dir”  dediği pek hatıra gelmez. Bu arada belirtmelidir ki, Fatih’in bildiği altı dilden biri idi Rumca ve Ayasofya’nın hemen yanıbaşında olup fetih esnasında yıkık vaziyette bulunan sarayı görünce; kendisinin Sadî Şirâzî’ nin Farsça Dîvânından şu beyti terennüm ettiğini de hatırlayalım:

Bûm nevbet mîzened ber târem-i Efrâsiyâb Perdedâr-ı mîküned der kasr-ı Kayser ankebût

Bakar mısınız kaderin cilvesine; dünyaya kan kusturan Bizans imparatorlarının sarayında nevbet vurmak üzere baykuştan başka kimse kalmamış ve saraylarının protokol müdürlüğü de örümceğe kalmış!]

Okumaya devam et Sultan Fâtih (Sadelik)

Büryan Kebabı Yediniz mi?

Her yörenin bir kebabı olur ya; Siirtlilerin de ‘Büryan Kebabı’ var. (Şimdilik bildiğim yalnız adı, ama eminim ki tadı da çok güzeldir.)

Büryan, Farsça ‘biryân’ ın farklı bir söyleyiş biçimi ve esasen biryân, kebap demek zaten.

Şairlerimizden iki büyük usta bakın nasıl temas ediyorlar kebaba:

Ahmet Paşa diyor ki:

Kondu Ahmed hâne-i dilde belâ vü derd ü gam Bir ciğer-biryân yeter mi bunca mihmân andadır

Hâne-i dil : Gönül evi
(vü) ve (ü) : (Ve) anlamında
Ciğer-biryân : Ciğer kebabı
Mihmân : Misafir

Okumaya devam et Büryan Kebabı Yediniz mi?

Adalet

Adalete dair bazı örnekler:

Klasik kültürümüz içinde öyle çok ve vurucu örnek bulmak mümkün ki seçim yapmak bile hayli zordur doğrusu…

Ziya Paşa der ki mesela:

Zâlim yine bir zulme giriftâr olur âhir Elbet olur ev yıkanın hânesi vîrân

“Başkalarına zulmedenler sonunda kendileri de zulme uğrarlar; ev yıkanın evini yıkarlar sonunda” demek olur.

Devam eder aynı minval üzre Paşa:

Ekser görülür çünkü cezâ cins-i amelden Encâmda âhenden olur rahne-i sûhân
Encâm :  Son, netice
Âhen : Demir 
Rahne  : Yara, aşınma, yıpranma
Sûhân : Törpü

“Genellikle de yaptığı eza cinsinden bir karşılık bulur herkes; nitekim ömrünü demir aşındırmakla geçiren törpünün aşınması da yine demirden olur” demektir. 

Okumaya devam et Adalet

Kıldan İnce Kılıçtan Keskin

Kanunî Sultan Süleyman’ ın oğlu İkinci Selîm’in (dedesi olan Yavuz Sultan Selim’ ile adaş) oğlu Üçüncü Murad 21 yıl tahtta kalmış ve 1595 de vefat etmiştir. Babası, dedesi ve büyük dedesi gibi ve diğer pek çok Osmanlı sultanı gibi O da kudretli bir şairdi. Ancak bilindiği gibi adına ‘duraklama devri’ denilen zamanın padişahları gerektiği gibi tanınmaz pek.
Şimdi O’ndan (yani Üçüncü Murad –Murâdî- dan) bir örnek sunmak istiyorum.

Her ne kim zâhir olur ol hâlet-i dilden durur Her ne kim gelse sana sen sanma kim ilden durur

[Her ne görünürse, başa ne gelirse bilmeli ki kalbin (gönlün) halinin yansımasıdır. “Niyet hayır âkıbet hayır” yani. Allah kişinin gönlüne göre verir; yahşıya yahşı, yamana yaman. Sana her ne gelirse, sen zannetme ki başkasından gelmektedir. Hani meşhur sözdür: “Kazâ gelmez Hak yazmayınca, belâ gelmez kul azmayınca”. ]Yeğ tutarsa ger zebân, ser dahî tutar karar Ne gelirse nîk ü bed her kişiye dilden durur
[Dil neyi çok anarsa baş da orada sabit olur (Kişi andığını sever, sevdiğini anar). İnsana gelen iyi ve kötü her şey dildendir.]
 
Dîde âbından gönül şehrini gel ma’mûr kıl Yel gibi ömrün geçer sen sanma kim yelden durur
[Gönül şehrini yapmak ve sağlamlaştırmak göz yaşı ile sulamakla mümkündür. Ağla gözlerim. Ömrün rüzgâr gibi geçip gider; ama zannetme ki rüzgârdandır; emir Hakk’ındır. (Ömür yel gibi geçecektir; o halde kıymeti yok; kıymetli olan gönül ülkesidir; onun da imârı gözyaşıyla… “Ağlamakdır benim işim / Ağla gözüm şimden gerû” dememiş miydi Hazret-i Yunus Emre de.) ]
  Kibri terk edip dilâ eyle tevâzu pîşesin Çün bilirsin kim binâsı haymenin gilden durur
Dilâ : Ey gönül
Pîşe : Ön, öne çıkarmak
Hayme : Otağ, çadır
Gil : Kil. toprak  

Okumaya devam et Kıldan İnce Kılıçtan Keskin

Edebiyat Olsun

Seneler önce (1988 yılında) küçük bir kasabada avukatlık yapmakta ve henüz 26-27 yaşlarında iken şöyle bir soru ile karşılaşmıştım; demişlerdi ki: “Hayati Bey sen bu şiirleri niye biliyorsun, bu eski kelimeleri neden biliyorsun, zorun ne?” Peki neden böyle bir soru îcâb etti? Şundan; 7-8 kişi bir aradaydık, yaşça en küçük bendim ve hâzırûnun biri edebiyat öğretmeni, diğerleri hukuk mezunu, biri kaymakam ve diğerleri de hakim ve savcı idiler. Gazete bulmacasından bir soru yöneltildi bana; ‘diken’ kelimesinin eski dildeki karşılığı soruluyordu; ‘hâr’ dedim. Sohbet ortamında söz sözü davet etti, ‘hâr’ ın eşek demek de olduğu ve bugün kullandığımız alfabe düzeninde gösteremiyorsak da başka harfle yazıldığı gibi konular üzerinde duruldu.

İşte bunun üzerine böyle bir soru ortaya çıktı.

Ben de cevaben şunları anlattım:

Okumaya devam et Edebiyat Olsun

Çay Molası

Eskilerin hayatı anlamaları ve bir özge temâşâ ile seyretmeleri imrenilmeyecek gibi değil. Söz uçar, yazı kalır ya; iyi ki bir kısmını yazmışlar da, modernitenin bunalttığı ve insanlığımızı acımasızca tükettiği günümüzde bize bir nefes alma imkânı bahşetmişler. Divan şâirleri bazen rindâne söylemişler, bazen âşıkâne, bazen de hakîmâne.

Bilhassa hikemî söyleyişler ihtivâ eden, bir hayat düsturu ortaya koyan beyitlerle alâkadar olmayı –moda deyişle- hobi olarak tavsiye ederim herkese. Günümüzün –yine moda deyişle- stresli ortamında âsûde zaman ve mekânlardan esintilere o kadar muhtaç bulunuyoruz ki…

Altının kıymetini sarraf bilirmiş, incinin hâlisini kimyâger anlarmış ve bülbül gül ararmış. Şöyle bir dinlenme ihtiyâcı duyduğunuzda sayfamızın müdavimlerine refâkat etmesi için şu beyitleri arz ve takdim ediyorum.

Güle gûş ettiremez yok yere bülbül inler Varak-ı mihr ü vefâyı kim okur kim dinler – Karamanlı Kâmî

Okumaya devam et Çay Molası

Kanûnî Sultan Süleyman ve Zenbilli Ali Efendi

Kanûnî Sultan Süleyman merhum, Topkapı Sarayı’ nın bahçesindeki ağaçlarda mebzûl miktarda karınca görülmesi üzerine, kurtulmak için çare araştırır ve ağaçların gövdelerine ve diplerine kireç tatbik edilirse meselenin çözüleceğini öğrenir.

Fakat ilim ehlinden izin almadan yapmak istemez ve Zenbilli Ali Efendi’ ye meseleyi sorar. Çok iyi bir şair olan –o kadar ki, bütün Osmanlı Şairleri içinde biri hariç (o biri Zâtî merhûmdur) hepsinden fazla miktarda gazel sahibidir Kanûnî ve şiirlerinde kullandığı mahlâs Muhibbî’ dir- Sultan suali de vezne koyar:

Dırahtı ger sarmış olsa karınca Zarar var mı karıncayı kırınca

Dıraht : Ağaç
Ger : Eğer

Cevap benzer şekilde gelir Zenbilli’ den:     

Okumaya devam et Kanûnî Sultan Süleyman ve Zenbilli Ali Efendi

Sultan Fâtih (Şair Avnî)

Sultan Fâtih yani şair Avnî der ki:

Kesmezem ağyâr cevri ile cânândan ümid Kim kesilmez havf-ı şeytân ile îmândan ümid  
Ağyar : Gayrılar, yabancılar, dost olmayanlar, eller.
Cevr   : Sıkıntı.
Havf   : Korku. 
 
Şu demek olur:
 
[Aşktan haberi olmayan, sevgili ile muhabbetimi kıskanan ve bu yüzden düşmanlık besleyen kişilerin vereceği sıkıntılardan korkup sevgiliden vaz mı geçeceğiz yani? Şeytanın türlü türlü hileleri var ise var; bu yüzden imandan ümit mi kesilir? Akrep zehir yapacak tabii, arı ise bal. Herkes cibilliyetine uygun olanı ortaya koyar. Kötülerin kötülüğü, iyilerin cesaretini kırmamalı, hatta bilakis artırmalıdır.]

Okumaya devam et Sultan Fâtih (Şair Avnî)

Muhibbî (Kanuni Sultan Süleyman)

Efendim klasik şiirimizin en büyük ustalarından biri Muhibbî’ dir. Yani Kanuni Sultan Süleyman. Devrinde ikinci büyük devletin başı yani Avusturya İmparatorunun Osmanlı’daki protokol muadili Sultan, Sadrazam ve Reisülküttap (Dışişleri Bakanı) değil de dördüncü kademe olmak üzere Kırım Hanı Gazi Giray idi.

Devlet başkanı olmasaydı bile şiir kudreti ile bugün anmakta olacağımız Kanuni merhum 46 yıl tahtta kaldı bilindiği gibi. En meşhur vasıflarından biri sanat erbabına gösterdiği iltifat ve teveccühtür.

“Yaptığın üç isabetli işi say deseler, biri muhakkak şair Bâkî’yi İstanbul’a getirip insanlığa kazandırmamdır” diyen Kanuni merhum şu mısraların sahibidir malum olduğu üzere:

Okumaya devam et Muhibbî (Kanuni Sultan Süleyman)

Urfalı şâir Yûsüf Nâbî

Urfalı büyük şâir Yûsüf Nâbî (vefat 1712), çağdaşı olan Çorlulu Ali Paşa’nın kararıyla evi yıkılıp perîşân olunca aşağıdaki gazeli yazmış. Derler ki; “keşke yüz evi olup yüzü de yıkılsaydı da Nâbî’den, böyle yüz eser kalsaydı.” 
Bu şiire çok sonraları yapılan nazire ve tahmisler cidden kayda değer evsaftadır.
Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz
Biz neşâtın da gâmın da rûzgârın görmüşüz
[Zaman bağının baharını da gördük güzünü de; üzerimizden neş’e rüzgârları da geçmiştir gam fırtınaları da.]

Çok da mağrûr olma kim meyhâne-i ikbâlde Biz hezârân mest-i mağrûrun humârın görmüşüz [Mevki sahibi olunca zafer sarhoşu oluverme; zîrâ böylesine mest (sarhoş) olup sabah olunca da baş ağrısı çeken binlercesini görmüşlüğümüz var.]

Okumaya devam et Urfalı şâir Yûsüf Nâbî