Unutulan Bir Deha

Devlet peyâmı kâni-i yek-nân iken gelir Derde devâ da fâriğ-i dermân iken gelir

Peyâm : Müjde, haber
Nân : Ekmek
Yek-nân : Bir ekmek, bir dilim ekmek
Fâriğ : Vazgeçmiş, ferâgat etmiş

Divan şiirinde çok güzel eserleri bulunmakla beraber, az tanınan ve hatta unutulanlardan biri olan Bursalı Mehmed Emin İffet diyor ki ilk beyitte:

Bir devlet müjdesi, bir sevinçli haber bekleyenler bilsinler ki; o ziyafet haberi, bir dilim ekmeğe kanaat ettiğinde gelir ancak, iştah açıkken değil. Derdin devası da gelir ama, sen dermandan ümit kesip gönlün kırıldığında; yelkenler suya indiğinde; kulluk ve aczin idrâkine varıldığında yani.

Hani “kul sıkışmayınca Hızır yetişmez” derler ya, o hesap.

Benzer ma’nâda, hikemî şiirin büyük üstâdı Nâbî der ki:

Okumaya devam et Unutulan Bir Deha

Uyku Vaziyetleri

Çocukluğumda, dedemin evinde misafir olduğumuzda uyku tutturamadığım gecelerde, mütevazı köy evinin ahşap tavanındaki tahtaları fonda ihtiyar saatin biteviye tik-takları eşliğinde defalarca saydığımı hatırlıyorum; hiç bitmeyecekmiş gibi gelirdi. Saatin çıkardığı sesler değişmezdi tabii ama, hep birbirinden farklı çağrışımlar yaptırır ve hayâl ufukları açardı.

(Yeri gelmişken; o dedem 90 yaşın üzerinde ve yataktadır. Bu yazıyı okuyanların duasına da vesile olursa ayrıca sevineceğim.)

Uzun çöl yolculuklarında, kervanın önündeki devenin boynunda asılı olan çan (=zil, ceres) ın çıkardığı sesler ve develerin kendilerine mahsus bir ritimle yürümelerinin, aruzdaki vezinlere kaynaklık ettiği söylenir. Bizler ortaokul ve lise talebesi iken derslerde bu minvalde yapılan anlatımlar, aruzu hafife almak gayesini güderdi. Bana ise çocukluğumdaki saat sesleri gibi esrarlı ve tarifi güç hislerle yüklü gelmiştir hep.

Okumaya devam et Uyku Vaziyetleri

Tekstil ve Konfeksiyon

Bir dönem konusu tekstil ve konfeksiyon makineleri olan bir teknik dergide görev yapmıştım. Bu defa, zikredeceğim beyitler de giyim üzerine, ama tabii çok farklı bir tarz içinde.

Sultan Fâtih devrinin önemli sîmâlarından biri olan Ahmed Paşa, son derece kudretli bir şairdir aynı zamanda; o kadar ki klasik şiirimizin ilk önemli ismi, Alâaddin Keykubâd zamanının dev şairi Hoca Dehhânî ise, ikinci önemli isim Ahmed Paşa’dır.

Sultan Fatih devrinin önemli bir ismidir dedik. Zira, hatırlanacaktır; Sultan Fatih, Fetih’den önceki günlerde; çadırına kapanıp gözyaşları ile dualar eden Akşemseddin Hazretlerin’den ısrarla fethin ne zaman gerçekleşeceğini ısrarla ve yalvararak tekrar tekrar sordurur.

(Öyle ya gazâ ordusu duâ ordusuna muhtaç.)

Gaybı bilen Allah’ dır. Sevdiği kullarına gayba dâir bilgi ihsân etmesi hâli de o kişinin kerâmetidir, bilindiği üzere. Sultan Fâtih işte böylece Akşemseddîn Hazretlerinin, kerâmetiyle fetih gününe dair bilgi vermesini ummaktadır. Akşemseddîn Hazretleri ise birkaç kez sorulan bu suâle pek açık olmayan cevaplar verir. Ancak 21 yaşında bir delikanlı olan büyük Sultan, tekrar be tekrar sormak suretiyle daha detaylı bilgi istemektedir. Neticede Mayıs’ ın 29’ u işaret edilir (tabiî 1453). İşte Cihan Padişahı ile Gönül Sultanı arasındaki bu kritik muhâbereyi gerçekleştiren kişi şair Ahmed Paşa’ dan başkası değildir.

Okumaya devam et Tekstil ve Konfeksiyon

Baş Eğme

Biz râh-ı emelde cüst ü cû etmemişiz Bir kimseye sarf-ı âb-ı rû etmemişiz Bir dergâha kendi dergâhından gayrı Allah bilir ki ser-fürû etmemişiz

Yukarıdaki mısralar, 1712 yılında ebedi aleme uğurladığımız, Türk şiirinin hiç şüphesiz en büyük pîrlerinden hikmet şairi Urfalı Yusuf Nâbî’ ye ait.

O Nâbi’ dir ki, vefatı üzerine, devrinde cari olan adet üzere, bir şair şöylece tarih düşürmüştü:

Züleyhâ-yı cihândan çekti dâmen Yusüf-i Nâbî

(Hazret-i Yusuf Peygamberin, Züleyha’ dan eteğini çekip uzaklaşmasını hatırlatarak, “cihan adlı Züleyha’ dan eteğini çekip ahirete gitti” demek olur. Mısrada yer alan harflerin rakamsal değerleri toplamı Nabi’ nin ölüm yılını vermektedir. Hem matematik, hem edebiyat; gel de deme asrımızda heyhât!)

Okumaya devam et Baş Eğme

Şeyhülislam Yahya (Keklik-Karga)

Şeyhülislam Yahya

Sultan Dördüncü Murad zamanının şairi ve şeyhülislamdır. Sivri dili sebebiyle can veren büyük şair Nef’î ile de aynı zamanda yaşamıştır.

Dört defada toplam 11 yıl kadar şeyhülislamlık makamında bulunmuştur ve divan şiirinde gazel tarzında Bâkî ile birlikte en büyük bilinir.

Çok basit ve harika bir üslûbu vardır.

Osmanlı Devletinin yıkılışını iki asır geciktiren hadise, Dördüncü Murad’ın zafere ulaştığı Bağdat Seferidir derler. Bu harbe bizzat iştirak etmişti. Sultanın başka bir yoldan Bağdat’ta kullanılmak üzere gönderdiği toplar mahalline üç gün gecikmeyle varınca, Şeyhülislam Yahya’nın teklifi ile beraberde götürülen birkaç topun sayesinde savaş kazanılmış ve böylelikle kendisinin müdebbir (tedbirli) ve âkil karakteri herkesçe bir kez daha hayranlıkla gözlenmiştir.
Osmanlı tarihinde Ebussuud Efendi’den sonra en müessir Şeyhülislam olduğu kanaati de genel kabule mukârindir.
İşbu Bağdat seferi meşhur “Genç Osman dediğin bir küçük uşak…” türküsünün de hikaye ettiği savaştır.
Yahyâ, o dönemde devletin başını ağrıtan zorbaların hemen her isyanlarında kellesi istenen kişilerin başında gelirdi. Gördüğü itibar, ilimdeki kudreti, devlete hizmeti hep hasedi çekmiş, kendisini kötü niyetlilerin hedefi haline getirmiştir.
Hasede dâir:
Âlemde zerre denlû değil iken vücûdumuz Müşkül budur ki zerreden artık hasûdumuz

Okumaya devam et Şeyhülislam Yahya (Keklik-Karga)

Sultan Fâtih (Sadelik)

İstanbul’u fethettiği zaman Sultan İkinci Mehmet henüz 21 yaşındaydı bilindiği gibi. Batılı ressamların fetih anını tasvir ettikleri resimlerde ise 40 yaşın üzerinde görünmektedir ve bu husus ayrıca dikkate değer. Yani bugün maalesef müptelâ  olduğumuz aşağılık kompleksinin, çok daha öncelerden beri Batılı dostlarımızın fârik vasfı olduğunu hatırlatmaktadır.

Doksan küsur yıllık ömrünü 1996 yılında tamamlayıp giden İngiliz müsteşrik Arnold Toynbee’nin, İstanbul’da üç kütüphanede (Bayezid, Süleymaniye ve Nuruosmaniye) toplam 51 yıl mesai harcadığı ve “son bin yılda Rumcayı en iyi bilen ve konuşan insan –Rumlar dahil olmak üzere- Sultan Fatih’dir”  dediği pek hatıra gelmez. Bu arada belirtmelidir ki, Fatih’in bildiği altı dilden biri idi Rumca ve Ayasofya’nın hemen yanıbaşında olup fetih esnasında yıkık vaziyette bulunan sarayı görünce; kendisinin Sadî Şirâzî’ nin Farsça Dîvânından şu beyti terennüm ettiğini de hatırlayalım:

Bûm nevbet mîzened ber târem-i Efrâsiyâb Perdedâr-ı mîküned der kasr-ı Kayser ankebût

Bakar mısınız kaderin cilvesine; dünyaya kan kusturan Bizans imparatorlarının sarayında nevbet vurmak üzere baykuştan başka kimse kalmamış ve saraylarının protokol müdürlüğü de örümceğe kalmış!]

Okumaya devam et Sultan Fâtih (Sadelik)

Büryan Kebabı Yediniz mi?

Her yörenin bir kebabı olur ya; Siirtlilerin de ‘Büryan Kebabı’ var. (Şimdilik bildiğim yalnız adı, ama eminim ki tadı da çok güzeldir.)

Büryan, Farsça ‘biryân’ ın farklı bir söyleyiş biçimi ve esasen biryân, kebap demek zaten.

Şairlerimizden iki büyük usta bakın nasıl temas ediyorlar kebaba:

Ahmet Paşa diyor ki:

Kondu Ahmed hâne-i dilde belâ vü derd ü gam Bir ciğer-biryân yeter mi bunca mihmân andadır

Hâne-i dil : Gönül evi
(vü) ve (ü) : (Ve) anlamında
Ciğer-biryân : Ciğer kebabı
Mihmân : Misafir

Okumaya devam et Büryan Kebabı Yediniz mi?

Adalet

Adalete dair bazı örnekler:

Klasik kültürümüz içinde öyle çok ve vurucu örnek bulmak mümkün ki seçim yapmak bile hayli zordur doğrusu…

Ziya Paşa der ki mesela:

Zâlim yine bir zulme giriftâr olur âhir Elbet olur ev yıkanın hânesi vîrân

“Başkalarına zulmedenler sonunda kendileri de zulme uğrarlar; ev yıkanın evini yıkarlar sonunda” demek olur.

Devam eder aynı minval üzre Paşa:

Ekser görülür çünkü cezâ cins-i amelden Encâmda âhenden olur rahne-i sûhân
Encâm :  Son, netice
Âhen : Demir 
Rahne  : Yara, aşınma, yıpranma
Sûhân : Törpü

“Genellikle de yaptığı eza cinsinden bir karşılık bulur herkes; nitekim ömrünü demir aşındırmakla geçiren törpünün aşınması da yine demirden olur” demektir. 

Okumaya devam et Adalet

Kıldan İnce Kılıçtan Keskin

Kanunî Sultan Süleyman’ ın oğlu İkinci Selîm’in (dedesi olan Yavuz Sultan Selim’ ile adaş) oğlu Üçüncü Murad 21 yıl tahtta kalmış ve 1595 de vefat etmiştir. Babası, dedesi ve büyük dedesi gibi ve diğer pek çok Osmanlı sultanı gibi O da kudretli bir şairdi. Ancak bilindiği gibi adına ‘duraklama devri’ denilen zamanın padişahları gerektiği gibi tanınmaz pek.
Şimdi O’ndan (yani Üçüncü Murad –Murâdî- dan) bir örnek sunmak istiyorum.

Her ne kim zâhir olur ol hâlet-i dilden durur Her ne kim gelse sana sen sanma kim ilden durur

[Her ne görünürse, başa ne gelirse bilmeli ki kalbin (gönlün) halinin yansımasıdır. “Niyet hayır âkıbet hayır” yani. Allah kişinin gönlüne göre verir; yahşıya yahşı, yamana yaman. Sana her ne gelirse, sen zannetme ki başkasından gelmektedir. Hani meşhur sözdür: “Kazâ gelmez Hak yazmayınca, belâ gelmez kul azmayınca”. ]Yeğ tutarsa ger zebân, ser dahî tutar karar Ne gelirse nîk ü bed her kişiye dilden durur
[Dil neyi çok anarsa baş da orada sabit olur (Kişi andığını sever, sevdiğini anar). İnsana gelen iyi ve kötü her şey dildendir.]
 
Dîde âbından gönül şehrini gel ma’mûr kıl Yel gibi ömrün geçer sen sanma kim yelden durur
[Gönül şehrini yapmak ve sağlamlaştırmak göz yaşı ile sulamakla mümkündür. Ağla gözlerim. Ömrün rüzgâr gibi geçip gider; ama zannetme ki rüzgârdandır; emir Hakk’ındır. (Ömür yel gibi geçecektir; o halde kıymeti yok; kıymetli olan gönül ülkesidir; onun da imârı gözyaşıyla… “Ağlamakdır benim işim / Ağla gözüm şimden gerû” dememiş miydi Hazret-i Yunus Emre de.) ]
  Kibri terk edip dilâ eyle tevâzu pîşesin Çün bilirsin kim binâsı haymenin gilden durur
Dilâ : Ey gönül
Pîşe : Ön, öne çıkarmak
Hayme : Otağ, çadır
Gil : Kil. toprak  

Okumaya devam et Kıldan İnce Kılıçtan Keskin

Edebiyat Olsun

Seneler önce (1988 yılında) küçük bir kasabada avukatlık yapmakta ve henüz 26-27 yaşlarında iken şöyle bir soru ile karşılaşmıştım; demişlerdi ki: “Hayati Bey sen bu şiirleri niye biliyorsun, bu eski kelimeleri neden biliyorsun, zorun ne?” Peki neden böyle bir soru îcâb etti? Şundan; 7-8 kişi bir aradaydık, yaşça en küçük bendim ve hâzırûnun biri edebiyat öğretmeni, diğerleri hukuk mezunu, biri kaymakam ve diğerleri de hakim ve savcı idiler. Gazete bulmacasından bir soru yöneltildi bana; ‘diken’ kelimesinin eski dildeki karşılığı soruluyordu; ‘hâr’ dedim. Sohbet ortamında söz sözü davet etti, ‘hâr’ ın eşek demek de olduğu ve bugün kullandığımız alfabe düzeninde gösteremiyorsak da başka harfle yazıldığı gibi konular üzerinde duruldu.

İşte bunun üzerine böyle bir soru ortaya çıktı.

Ben de cevaben şunları anlattım:

Okumaya devam et Edebiyat Olsun