Sadelik Güzelliktir

Daha önceki iki yazımızda ileride bu konuda söyleyeceklerim var demiştim. Hani “Gödek İnek” yazımızı bitirirken aslında konuya giremedik filan demiştik. Fazlı Hoca’yı anlattığımız yazının sonunda da “başka bir zaman bir diğer 33’lüden bahsedeceğim” demiştim.

Eşimin dedesi sağdır. Kendisi otuzüçlüdür. Yani Rumi takvime göre 1333, milâdî takvime göre 1917 doğumlu.

Otuz yaşından sonra kendi kendine çalışarak hem İslâm harfleriyle hem de Latin harfleriyle okuma-yazmayı öğrenmiş, bir sürü de kitap okumuştur. Şuuru gayet yerinde, her konuda konuşabileceğiniz bir ihtiyar delikanlı. Göbek falan yok. Tığ gibi. Sağlığı gayet iyi.

Sordum dinç kalabilmesinin sebebini; şöyle açıkladı: “ömrümce üzerime güneş doğmadı (yani daima güneş doğmadan önce uyanmış, sabah namazı vaktinde); bir de hergün öğle üzeri bir saat uykumu ihmal etmem.”

Bunlar doğru tabii de. Kendisinin söylemediği ve benim bildiğim bir şey daha var. Son derece az yiyor.

Okumaya devam et Sadelik Güzelliktir

Ziyaret

Milenyumdan birkaç yıl önce idi. İstanbul / Levent’ te bulunan işyerimizden servisle eve gidiyorduk. Akşam trafiğinde yol biraz uzun sürer, bilenler bilir. Edirnekapı’da kırmızı ışıkta tıkanmış trafikte bekliyorken cep telefonum çaldı. Baktım. Çok sevdiğim değerli bir dostum arıyor. Nerede olduğumu sordu. Durumu bildirirken şöyle bir şey söyledim:

  • Edirnekapı kabristanının orada trafikte servis aracının içindeyim.

Bana dedi ki:

  • Bak kabristandasın. Bir şeyin de içindesin. Ama o şey lahit değil de minibüs. Şükretmelisin.
  • !!!

Doğru değil miydi? Herkesin bir gün mutlaka içinde olacağı kabre henüz konmuş değildim. Hayat devam ediyordu. Yani ümit vardı; öyle ya “çıkmadık candan ümit kesilmez”. Yani iyi insan olmak için henüz fırsat vardı, imkân vardı.

Gerçek dost insana ölümü ve Allah’ı hatırlatandır; dost görünen düşman ise unutturan…

Okumaya devam et Ziyaret

Şâhâne

Bu yazımızda sadece edebiyat olsun izninizle. Sırılsıklam hayranı olduğum bir büyük –ama ne büyük- şâirin, Urfalı Yusuf Nâbî’ nin ‘ne söylersin’ redifli gazelinden üç beyt alacağım, sonra da buna nazîre olarak Sultan Birinci Mahmûd’ (Sebkatî) un beş beyitli gazeli üzerinde duracağım.

En çok kullanılan nazım türüdür gazel. İlk beytinde iki mısra birbiri ile kafiyeli, sonraki beytlerin ise son mısraları baş tarafla kafiyeli olur. Genellikle son beyitte şair imzasını atar, mahlâs’ını yazar yani. Mahlâs şairin bazen ismidir. Ama çoklukla böyle olmayıp başka bir kelimeyi seçer mahlâs olarak. Meselâ Sultan Fâtih’in kullandığı mahlâs Avnî, Kanûnî merhûmunki Muhibbî, asıl adı Mehmed olan Şeyh Gâlibinki bazı manzumelerinde Gâlib, bazılarında Es’âd’dır.

Mahlâs’ın kelime anlamıyla mısrada yer almasına da dikkat edilir ki hayrette kalmamak kâbil değil. Meselâ; Bâkî’nin ‘Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş’ beytinde; Bâkî kelimesinde durarak okunursa şairin özüne hitap ettiği, durmadan okunursa umûmî bir hitapla ‘bâkî kalanın yani kalıcı olanın bir hoş sadâ olduğu’ nazara verilmiş olur.

Okumaya devam et Şâhâne

Gödek İnek

Dünyanın bilmem neresinde “Sürdürülebilir Kalkınma” “Sürdürülebilir Dünya Düzeni” falan gibi heybetli isimler altında toplantılar yapılıyor. İnsanoğlunun insan gibi yaşamayı unutmasının, korkutucu sonuçları karşısında gûyâ çareler aranıyor. Küresel ısınma gibi felâketler, çevre falan konuşuluyor.

Konuşulacak tabii. Şairin, “Allah’ın bir pulunu bekleyedursun dokuz kul / Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul” diye ifadelendirdiği vahşi ve egoist kültür dünyanın canına okudu çünkü. Yenişehirli Avni Bey’in şu beyti aklıma gelir nedense hep, bu bahiste:

Bin safsata bir mısra-i bercesteye değmez İndimde esâtîr-i Felâtun hezeyândır

Aşağı yukarı şu demeye gelir:

“Klasik kültürümüzün ikliminde benzersiz bir mısra ile ortaya konan hayat düsturu, zaman ve mekân algısı; havasından yanına varılamayan ve anlaşılmazlığı ile sözüm ona heybet telkîn eden felsefî doktrinleri tek celsede fersûde bırakır. O şatafatlı filozofik çıkarımlar sayıklama sözlerden ibarettir.”

Okumaya devam et Gödek İnek

Hayâller ve Ramazan

İnsanı insafsız bir cendere içinde ezip un ufak eden modern dünya, acımasızca canımıza okurken; klasik edebiyatımız pek çok bakımdan, günümüz insanı için imrendirici unsurlarla doludur. Klasik edebiyatımızın zenginliğine de ihtiyacımız o yüzden artmaktadır.

Özellikle hayâl ufkumuzun daralması, bizi mutsuz ve hayatımızı tatsız kılmaktadır.

Bağdatlı Rûhî’ nin;

Künc-i mihnette rakîbâ bizi tenhâ sanma Yâr ger sende yatursa elemi bende yatur

[Ey rakip! Evet sevgiliye kavuşan sen oldun; sende yatmaktadır o dildâr, hiç lâyık olmadığın hâlde ve ben çilelerle dolu köşemde yalnız bulunmaktayım. Ama sakın sevinme ve övünme; zira, yar sende ise de elemi aha şurada (sînemde) yatmaktadır. Yalnız değilim. Aşk esasen ızdırap çekmek olduğundan, asıl acınacak durumda olan da, yalnız olan da sensin.]

Yahut Râsih’in

Okumaya devam et Hayâller ve Ramazan

Haddini Bilmek

Kişinin haddini bilmesi zor. Çok sık hatırlatılmaktadır geleneğimizde.

Benim dedem, babamın babası yani ’79 da 63 yaş civarında vefat etti. (Diğer dedem sağ; ’31 li yani doksaniki yaşında. Kendisi için dua istemiştim sayfamızın müdâvimlerinden; ona da kendime de yine isterim.)

Merhum dedem islâm harfleri ile de işbu latin harfleri ile de okuma-yazma bilmezdi. Ancak ilim başka, irfân başka; çok şey bilirdi. Birgün beni karşısına aldı (-ki o zaman 6-7 yaşlarındaydım) ve sordu: “İslâmın şartı kaç?” Sular seller gibi biliyordum tabiî ve “beştir” deyip saydım başarıyla. “Aferin benim oğluma” deyip ekledi; “altıncısı ne?”. İyi biliyordum, altıncısı yoktu. Dirâyetle cevapladım soruyu, dedim ki: “Altı olan imanın şartı, islâmın şartı beş” ve her ikisini de kendinden emin bir edayla saydım. Dedemin şaşırtmacalı soru sorduğunu sanıyordum.

Dedi ki “ben de biliyorum altıncısı yok, altıncısı ne dedim sana!”

Pabuç pahalıydı. “Bilmiyorum” dedim. Şöyle bağladı:

Okumaya devam et Haddini Bilmek

Taşlıcalıdan

Ganîdir aşk ile gönlüm ne mülküm ne menâlim var Ne vasl-ı yâra handânam ne hicrândan melâlim var

Ne sağ olmak murâdımdır ne ölmekten kaçar cânım Cihânda hasta-i aşk olalı bir hoşça hâlim var

Ben ol hayrân-ı aşkım ki yitirdim akl u idrâki Ne âlemden haberdâram ne kendimden hayâlim var

Ne meyl-i külbe-i ahzân ne seyr-i sohbet-i yârân Ne ta’n-ı zâhid-i nâdân ne ceng ü ne cidâlim var

Cihân fânidir ey Yahyâ Hüvel-Hayyü Hüvel-Bâkî Değişmem atlas-ı çarha benim bir köhne şâlım var

Taşlıcalı Yahyâ (Dukakinzâde) (Kanûnî Sultan Süleyman zamanında, asker, Arnavut.)

Ganîdir aşk ile gönlüm ne mülküm ne menâlim var Ne vasl-ı yâra handânam ne hicrândan melâlim var

Ganî : Zengin
Menâl : Nâil olunan şeyler (örnek; mülk ü menâlim: varım-yoğum)
Vasl : Kavuşma
Handân : Gülen
Hicrân : Ayrılık
Melâl : Üzüntü

Okumaya devam et Taşlıcalıdan

Artar Eksilmez

Diyarbakırlı Cehdî’ den:

Iyân oldukça gonce dem-be-dem yanında hâr artar Bu gülzârın rakîb-i pür-cefâsı artar eksilmez

Iyân : Görünen
Dem-be-dem : Zaman geçtikçe, devam üzere
Hâr : Diken
Gülzâr : Gül bahçesi
Pür-cefâ : Hep cefa eden, eziyet veren
Rakîb : Adı üzerinde rakip. Hasım. Klasik şiirimizde (aşkta) üç başrol oyuncusu var; âşık, ma’şuk, rakîb. Gül, bülbül, diken yani. Seven, sevilen ve arada problem olan.

Der ki bir Yozgat türküsünde:

Boğazında hakik var Ne çok gönlü yıkık var Şimdiye kavuşurduk Arada münâfık var

Bu rakîb dediğimiz şeytandır, fitnecidir, hilebazdır, kargadır, kurbağadır, ateştir; hâsılı kötüdür. Ancak vuslat âşık’a değil de rakîbe düşer hep. Gerçi zaten aşkta kavuşmak olmaz ya.

Okumaya devam et Artar Eksilmez

Fıtnat Hanım

Şaire Fıtnat Hanım’ dan bahsetmemek haknâşinâslık olur.

Devrinde yaşadığı gerçekten büyük şairlerden Koca Ragıp Paşa ve şair Haşmet ile nükteleri çok bilinen Fıtnat Hanım’ ın babası ve dedesi de hem şeyhülislâm hem şair idiler.

O nüktelerden birini şuraya kaydedelim:

Kurbanlık almak için pazarda bulunduğu bir sırada Haşmet, “Sultanım kurbanınız olayım” yollu takılınca şu cevabı verir:

  • Bu sene boynuzsuz keseceğim.

Bir diğeri de şu:

Okumaya devam et Fıtnat Hanım

Birkaç İşaret Levhası

Düşvarcadır eğerçi reh-i teng-i kanâat Yokdur hatar u bîmi selâmet var içinde
Nâbî

Düşvâr : Zor
Eğerçi : Gerçi
Reh : Yol
Teng : Dar, sıkıntılı
Hatar : Tehlike
Bîm : Korku

[Kanaat dar yolu birazcık sıkıntılıdır ama tehlike korkudan uzak selâmetli bir yoldur.]

Şu Fârisî beyt gibi:

Be-deryâ der-menâfi’ bî-şomârest Eger hâhî selâmet der-kenârest

[Evet deniz, türlü zenginliklerin kaynağıdır ve câziptir tabiî ama, eğer selâmet istiyorsan kıyıda ol.]

Okumaya devam et Birkaç İşaret Levhası