Bambaşka bir usul ortaya koymuş Usûlî’ den harika bir örnek sunacağim bu yazıda. 1560 yılında vefat etmiş, yani Kanuni devrinin devlerinden. 13 beyitlik ‘peyda’ redifli gazeli bir çok şair için de örnek olmuş ve nazireler yazılmıştır. Bir mana ummanıdır adeta. Usûlî Vardar Yenicesi -ki şimdi maalesef hudutlarımız dışında olduğundan acımasızca habersiz olduğumuz bir irfan merkezidir- ‘nde, o küçücük coğrafyada yetişen saymakla yükenmez dehâlardan biridir ve mutasavvıftır.
Vücûd-i Mutlak’ın bahri ne mevci kim eder peydâ
Enelhak sırrını söyler eğer mahfî eğer peydâ
[Efendim, îzâhı en güç beyt bu ilki herhâlde. Hem güç ve hem de –Allah saklasın- yanlış anlatma ve anlaşılma ihtimâlinden dolayı son derece tehlikeli.
Evliyânın büyüklerinden Hüseyn bin Mansûr (meşhur nâmı ile Hallâc-ı Mansûr hazretleri), “Enelhak” demiş ve sözün görünen anlamı küfrü mûcip olduğundan îdâmına hükmedilmiş. Ma’nâdan haberdar olanlar da (Hak teâlâ sa’ylerini meşkûr etsin) şöyle izah etmişler meseleyi:
Bir kızcağıza aşık olup kararsız kalan genç adam, derdine derman bulmak için bir ârife müracâat eder. Arif de ona sevdiğinin adını sürekli anma, tekrar be tekrar söyleme tavsiyesinde bulunur. Bu tavsiyeye uyan genç, bir süre sonra sevdiğinin kendisine geldiğini görür, vuslat gerçekleşir. Der ki o ârif gence, “sevdiğinin ismini çok çok andın ve bak kavuştun; ya hakîkî sevgiliyi anmış olsan neler olurdu?”
İşte Hallâc-ı Mansûr O’ nu andı ve “insan sevdiğini anar, andığını sever” kaidesi hükmünü icra etti. Sevgi giderek arttı. Muhabbet aşırı olunca muhib fânî olur (seven kaybolur), yalnız mahbûb mevcûd olur (sevilen kalır sadece). Şekerin çayda erimesi gibi. İşte Hallâc-ı Mansûr hâsıl olan sarhoşluğun tesiri ile örtülmüş şuur sebebiyle (ben yokum O var) ma’nâsında o sözü söyledi.
Bir parantez açılmalı bu noktada: müçtehid içtihâdında hatâ etse, kendisi de, uyan da ma’zûr ve makbûl, ancak sekr ehli hatâ ettiğinde kendisi ma’zûr ise de uyan değildir. Bir kimse çıkıp da Hazreti Yûnus Emre gibi, “Cennet cennet dedikleri /Birkaç köşkle birkaç hûrî /İsteyene ver anları /Bana seni gerek seni” dese sözün sahibi gibi ma’zûr ve makbûl olmaz elbette. Eli kapıya sıkıştığında aylarca şikâyet eden âciz, uhrevî bahiste nasıl olur da hâl ehline lâyık olan bu sözü taklîden söylediğinde, sözün ehli gibi muâmeleye tâbî’ olsun?
Meâdindir kamu eşyâ eder öz kendi zâtından Kimisi sîm ü zer zâhir kimi seng ü meder peydâ
[Her şey bir türlü madendir aslında ve kendi cevherini gösterir. Şu kadar var ki kimisi altın ve gümüş gibidir, kıymetlidir; kimisi de taş ve çakıl cinsinden.]
Bu bâğın ger hakîkatta suyu bir bâğ-bânı bir Velî olmuş hakâyıktan nice yüz bin şecer peydâ
[Bir önceki beytin manasına yakın biçimde olmak üzere; bu bahçenin suyu da bahçıvanı da aynı olmakla beraber, binlerce çeşit meyve zuhur etmektedir.]
Tasavvur buyurulsun; şöyle bir haber çıksa, denilse ki: “filan memlekette bir hüner sahibi, bir odun parçasını ve bildiğimiz çamuru hammadde olarak kullanıp, akıllara zarar lezzeti olan bir lokum imal ediyor; herhalde Oscar ve sair kaç çeşit ödül varsa tamamını alır değil mi? Yüzyılın, binyılın, binyılların en büyük buluşu cinsinden ifadelerle anılmaz mı? Oysa bahsini ettiğimiz şey incir ağacının ta kendisidir meselâ, veya şeftalidir, elmadır ve saire. Hem de saydığımız meyvelerin her birinin sayısız türleri yok mudur? Bütün bu ağaçların, üretimlerini gerçekleştirirken kullandıkları malzeme, üzerimize bulaşınca temizleme ihtiyacı duyduğumuz çamur değil midir? Gelin görün ki insan kısmı görmekle alıştığı şeylerin fevkalâdeliklerini göremiyor.
Hem sırası gelmişken, çamurdan ibaret değil miyiz biz de?
“Toprak ol toprak ki gül bitsin sende Topraktır zîrâ kavuşan ancak güle”
“Ben ateşim, toprak benden aşağı kalır” diyen Azâzil’in âkıbetini unutma.”
Nazar kıl nev’-i insâna kimi zehr ü kimi sükker Aceb hikmet bir ağaçtan olur türlü semer peydâ
[İnsanlara şöyle bir bak: bazıları var ki onları tanımak şeker gibi tatlı ve faydalı, bazıları da adeta zehir; öyledir işte, şaşılacak durumdur ki bir ağaçtan çeşit çeşit meyve husule gelir. Halk arasında kullanılan bir tabiri hatırlamalı bu noktada; “alimden zalim, zalimden alim.“]
Düzülür nice bin işler bozulur nice cünbişler Ne kâr-ı acebdir bu kim olmaz kâr-ger peydâ
[Bakıyorum etrafıma, nice başarılı hamleler görünüyor. İlk bakışta kazançlı görünen işler yahut zararlar husule geliyor. Kimi kâr ediyor, kimi zarar. Ama şaşılacak olan şu ki; esasında kârlı kimse yok. Bir maksadın peşinde ömür harcayanlar da nihayet, telâfisi mümkün olmayan ömrünü harcayıp bitirmiyor mu?]
Bu dokuz kubbe vü şeş-sû içinde geldin ü gittin Ne geldiğin kapı zâhir ne gittiğin memer peydâ
[Gökyüzünün dokuz kubbe olarak tasavvur edilmesi eski ve yaygın bir telakki. İç içe katmanlar şeklinde dokuz kat felek. Şeş-sû ise altı cihet demek; ön, arka, sağ ve sol taraf, üst ve alt; toplam altı cihet.
Diyor ki yani, uçsuz bucaksız şu kâinât içinde geldin ve gittin ama; ne geldiğin kapı görünür, ne gittiğin. Bir varmış, bir yokmuş…]
Yolumuz bir beyâbâna erişdi nâ-gehân k’ana Girer bin kâr-bân olmaz birinden bir eser peydâ
[İşte bu kâinât, âdetâ nihayetsiz bir çöldür. Yolumuz bu çöle düştü; öyle bir çöl ki ona binlerce kervan girer görürsün de, hiçbirinden bir eser, bir haber gelmez.]
Sırası geldikçe temas etmeye çalışacağım; bu beytteki mazmûnlar birçok şaire ilham kaynağı olmuş ve muazzam beytler ortaya çıkmıştır.
Şu serverler ki dağlar gibi baş eğmezdi eflâke Yatarlar yerde pest olmuş ne tîğ u ne teber peydâ
[Dağlar gibi dik duran ve göklere baş eğmeyen nice yiğitler gelip geçtiler de şimdi kara yerde kaybolmuşlar. Onların ne kılıçları görünmektedir bugün, ne de baltaları.
Hani denir: “Dimdik yürüyenler dümdüz yatarlar.”]
Nice şûrîde âşıklar gezerler cümle tâyihler Bu tîh-i bî-nihâyette ne râh ne râh-ber peydâ
[-Mecnûnun çöllerde dolaşmasına telmihle- Nice çılgın âşıklar bu çölde gezerler. O nihayetsiz çölde ise ne yol vardır, ne yol gösterici.]
Nice günler gece oldu nice bin ay u yıl geldi Dirîğâ olmadı kaldı şeb-i kadre seher peydâ
[Koskoca ömrü geçirdik, aylar yıllar geçti de; her yılda bir Kadir Gecesi bulunduğu halde bir defa onun feyzine kavuşamadık.]
(Kadir Gecesi’nin gizliliğine işaret ediliyor. Derler ki; “Her geceyi Kadir bil, her gördüğünü Hızır.” İkisi de gizlidir çünkü; ancak nasîbi olan, kalbi uyanık olan kavuşur.)
Nice zahmet çeker kesb-i kemâl edince bir ârif Belî çok kan yutar kân eyleyince bir güher peydâ
[Olgunluğa erişmek için nice zahmetler çeker kişi. Nitekim maden, bir yâkût verir ama, o zamana kadar nice kan yutar.
Efsanevi telakkiye göre, sıradan bir taş, yıllarca üzerine kanlar ve kanlı gözyaşları dökülmek suretiyle, yüksek bir yıldızdan aldığı feyzin de tesiriyle yakuta dönüşür. En iyisi Yemen’de bulunur (akîk-i Yemânî).
Yâkût, ateşte yanmaz; yanında taşınması onulmaz nice dertlere devadır; yarin dudağı yâkût rengindedir. Ateş, dudak, gül aynı renktedir. Nitekim der ki Şeyh Gâlib: “Hakîkat dilinde Aşk ile Hüsn hem-rengdir.”
(Yâkût, klasik edebiyatımızda sayısız çağrışımlara ve metaforlara kaynaktır.)]
Diğer taşlar arasında yâkût nasıl farklı ve değerli ise, Efendimiz (aleyhisselâm) insandır ama diğer insanlar arasında öyle farklıdır.]
Nice bin Âdem oğlanı helâk olmak gerek tâ kim Yalancı kahbe dünyâdan ola bir gerçek er peydâ
[Binlerce insan helâk olur da, bu alçak, vefasız ve kıymetsiz dünyada adam gibi bir adam ortaya çıkar.]
Kamû nezzârede ebkâr-ı ma’nî muntazırlardır Usulî gibi tâ kim ola bir sâhib-nazar peydâ
[Şu gazelde bazılarına temas ettiğim nice el değmemiş ma’nâlar herkesin gözü önünde durmaktadır ama fark edilmez. Usûlî gibi bir firâset sâhibi gelecek de, görecek bu ma’nâları ve izâh edecek.]
Av. Hayati İnanç